Kayıtlar

Her Çocuk, Kendi Potansiyelini Keşfetmek İçin Bir Fırsat Bekler

Resim
  Öğretmen denince akla çoğu zaman bilgi aktaran, düzen sağlayan, sınıfı kontrol eden bir figür gelir. Oysa öğretmenlik bundan çok daha derin, çok daha insani bir iştir. Bir öğretmen, sadece öğreten değil; anlayan, eşlik eden, gözlemleyen ve birlikte dönüşen bir yol arkadaşıdır. Bir öğretmenin görevi sadece müfredatı bitirmek değildir. Asıl görev, öğrencinin içindeki en iyiyi ortaya çıkarmaya yardım etmektir. Çünkü her çocuk, kendi potansiyelini keşfetmek için bir fırsat bekler. Bu potansiyel; bazen bir resimde, bazen bir soruda, bazen de bir hayalin ucunda saklıdır. İşte öğretmen, o hayalin ucuna kadar çocuğa eşlik eden kişidir.   Öğretmen; çocuğun hayal gücünü bastıran değil, onu ciddiye alan kişidir. Yaratıcılığı, sadece "yetenekli" öğrencilere değil, her çocuğa ait bir hak olarak gören bir katılımcıdır. Öğrenciyi yaptığı üzerine düşünmeye ve konuşmaya davet etmek; ona "Bu neden böyle oldu?" ya da "Sen olsaydın ne yapardın?" diye sormak, aslında on...

Herkes Kendi Kitabını Okur: Algının Penceresinden Edebiyat

Resim
  “Dünyada aynı kitabı okumuş olan iki insan yoktur.” Bu söz, edebiyat eleştirmeni Edmund Wilson’a ait. İlk duyulduğunda şaşırtıcı gelebilir; sonuçta aynı satırları okuyoruz, aynı hikâyeyi takip ediyor, aynı karakterleri tanıyoruz… Öyleyse nasıl olur da "aynı kitabı" okumayız? Cevabı basit ama derin: Herkes dünyaya kendi penceresinden bakar. Ve o pencerenin manzarası, yaşadıklarımızla, değerlerimizle, hayallerimizle, korkularımızla şekillenir. Bir kitabı okurken zihnimiz sadece yazılı olanı değil, kendi iç dünyamızı da devreye sokar. Okuduklarımız, bizde başka kitaplardan, anılardan, duygulardan yankı bulur. Bu yüzden aynı kitabın her okuyucuda farklı bir iz bırakması kaçınılmazdır. Bir romanın başkahramanı, bir okuyucunun gözünde cesur bir kahraman olabilirken, bir başkasının gözünde bencil ya da düşüncesiz biri olabilir. Çünkü okur, karakterlerin davranışlarını kendi ahlaki süzgecinden geçirir. Aynı şekilde bir aşk hikâyesi, birine tutkulu bir bağ gibi görünürken, b...

Sabır Nereye Kayboldu?

     Eskiden büyüklerimiz "Sabır acıdır ama meyvesi tatlıdır" derdi. Oysa şimdi ne sabra tahammülümüz kaldı ne de o tatlı meyveyi bekleyecek gönlümüz. Hemen olsun, çabucak bitsin, beklemeden gelsin istiyoruz. Küçük çocuk gibi değil; doğrudan çocuk gibiyiz zaten. Ama farkında değiliz.      Çocuklar artık bir şeye sahip olmak için çaba harcamıyor. Bir şey istediklerinde “Şimdi olmaz” demeye kalkın, suratları düşüyor, ağlamaya başlıyorlar ya da öfke nöbetine giriyorlar. Kızıyor muyuz? Evet. Ama peki ya biz?      Biz yetişkinler? Bir e-posta beş dakika geç cevaplansa huzursuz oluyoruz. Trafikte kırmızı ışık bir saniye geç yeşile dönse sinirleniyoruz. Siparişimiz beş dakika geç gelse “Bir daha buradan almam” diyoruz. Ne oldu bize?      Çocuklar sabırsız çünkü biz sabırsızız. Bizim sınır tanımayan hırslarımız, onlara sınır koyamamamızla sonuçlanıyor. Onlara sabretmeyi öğretemiyoruz çünkü biz de sabretmiyoruz. Halbuki sabır, hayatı g...

Korkuların Yaşı Yok

  Geçtiğimiz gün, kendi yazdığım çocuk kitabı Benim Adım Cesur üzerine düşünürken kendimi garip bir hayalin içinde buldum. Kitabın ana karakteri olan küçük Cesur’la karşılıklı oturmuş, elimizde çikolatalı sütlerle sohbet ediyorduk.   Cesur bana dönüp dedi ki: “Ben korkuyorum… Karanlıktan, canavarlardan, annemi kaybetmekten.”   Ben de hafifçe başımı eğip şöyle dedim: “Ben de korkuyorum, Cesur… Sevdiklerimi kaybetmekten, insan kılığına girmiş canavarlardan, zamanla karanlığa sürüklenen bu dünyadan…”   Biz yetişkinler çocuklara korkularını hafife almamayı, duygularını bastırmamayı öğretmeye çalışırken, bir yandan da kendi korkularımızı görmezden gelmeye çalışıyoruz. Sanki büyümek, her şeyin ilacıdır gibi... Oysa çoğu zaman sadece korkularımız şekil değiştiriyor. Yatağın altındaki canavar, ilerleyen yaşlarda insan yüzüyle karşımıza çıkıyor. Kaybolan oyuncakların yerini kaybedilen insanlar alıyor. Karanlık odalar, yerini karanlık düşüncelere bırakıyor.   ...

Hayri İrdal’ın Aynasında: Kimliksizliğin Tarihi ve Zamanın Boşluğu

Resim
  Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanı, bu iki sorunun iç içe geçtiği bir karanlığı anlatır bize. Ve bu karanlığın içinde Hayri İrdal’ın silik ama yankılı sesi yükselir. Hayri İrdal… Ne tam anlamıyla anlatıcıdır ne de olayların öznesi. Ne mücadele eder ne tamamen teslim olur. Onun hikâyesi bir “ karar veremeyen insan ”ın, ama belki de en çok, “ kendi hayatını yaşayamayan insan ”ın hikâyesidir. Hayatı, başkalarının gölgesinde şekillenir. Doktor Ramiz onu bir ruh hastası olarak tanımlar. Halit Ayarcı ise onu bir projeye dönüştürür. Herkes onun kim olduğunu tanımlar; o ise sessizce uyar. Çünkü kendi sesi yoktur. “Bana, kendi hayatımı değil, başkalarının uygun gördüğü bir rolü verdiler.” demek ister adeta ama diyemez…  Ayşe CAN Not: Yazının tam hali, www.edebistan.com 'da  5 Eylül 2025 tarihinde "  Hayri İrdal’ın Aynasında: Kimliksizliğin Tarihi ve Zamanın Boşluğu  " başlığıyla yayınlanmıştır.

Aşk Zamanı Kandırır, Hafıza Hep Acıyla Hatırlar: Babil’de Ölüm, İstanbul’da Aşk Üzerine

Resim
  İskender Pala'nın kaleminde tarih bir fon değil, bir karakterdir. Babil’de Ölüm, İstanbul’da Aşk, yalnızca bir aşk hikâyesi değil; bir hafızanın, bir ihanetin ve bir sadakatin zamana direnme çabasıdır. Bu roman, geçmişin tortusunu bugünün kalbine bırakır. Çünkü aşk da tıpkı tarih gibi, sadece yaşanmaz aynı zamanda hatırlanır.   Ve bazen en çok hatırladıklarımız, aslında hiç yaşamadıklarımızdır… Ayşe CAN Not: Yazının tam hali, Derin Kalem Dergisi'nin Ağustos 2025 sayısında (Sayfa: 51-53'te) "  Aşk Zamanı Kandırır, Hafıza Hep Acıyla Hatırlar: Babil’de Ölüm, İstanbul’da Aşk Üzerine  " yer alıyor.

Zihnin Labirentinde Bir Satranç Oyunu: Stefan Zweig’ın Satranç Romanı

Resim
  Bazı kitaplar vardır, okurken sadece bir hikâye anlatmazlar; aynı zamanda insan ruhunun en gizli köşelerine doğru bir yolculuğa çıkarırlar. Stefan Zweig’ın Satranç adlı eseri de tam böyle bir kitap. İlk bakışta bir satranç maçının öyküsü gibi görünse de aslında içinde insanın yalnızlığı, özgürlüğü ve zihinsel direnci üzerine derin bir sorgulama barındırır.   Zweig, Nazi Almanya’sının karanlık döneminde yazdığı bu kısa öykü ile, totaliter rejimlerin bireyin iç dünyasında açtığı yaraları ustaca gözler önüne serer. Hikâyenin merkezinde, Dr. B. adlı gizemli bir adam ve dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic vardır. Dr. B., Naziler tarafından hapsedilmiş, tecrit edilmiş bir figürdür; ama satranç sayesinde hem kendini koruyan hem de zihnini hayatta tutmaya çalışan bir karakter. Ayşe CAN Not: Yazının tam hali, www.kitaphaber.com.tr 'de  27 Ağustos 2025 tarihinde "  Zihnin Labirentinde Bir Satranç Oyunu  " başlığıyla yayınlanmıştır.